Geçtiğimiz sezon devre arası kampının olduğu günlerde, boynumda beni pek de rahatsız etmeyen bir şişlik vardı. Bir ay kadar öylece kaldı. Elimi enseme attıkça “Niye geçmedi bu?” diye düşünmeye başlamışken büyüyüp ağrımaya başladı. Kendi haline bırakmanın işe yaramayacağını anlayınca kulüp doktorumuza gösterdim. Birkaç tane ilaç verip “Bunlar geçirmezse büyük bir hastaneye gidip tahlil yaptırırız” dedi. İlaçlar işe yaramayınca da dediğini yaptık. Meğer en başından şüphelendiği bir şey varmış, panik olmamı istemediği için söylememiş.
Mersin Üniversitesi Hastanesi’ne gittik. Göründüğüm doktor bana sporcu olduğum için böyle şeylerin olabileceğini söyledi. O söze güvenerek hiçbir şeyi umursamadım. “Sebebin ne olduğunu öğrenmek istiyorsan biyopsi yapacağız” dediler. Kendimi çok iyi hissettiğim için bana biraz gereksiz geliyordu ama ısrar ettiler. Aklımdan “Zaten bir şey çıkmaz” diyerek örnek almalarına izin verdim.
Biyopsinin sonuçlarını almamız fazla uzun sürmedi. Öğrenmek için hastaneye gittiğimizde benimle ilgilenen doktorun sonuçlarımı getirmesini beklerken diğer doktorlarla konuşmaya başladı. Hepsi toplanmış, kağıtlara bakıyordu. “Lenfoma” dediklerini duydum. Yanıma geldiklerinde “Lenfoma, lenf kanseri demek değil mi?” diye sordum. “Evet” dediler. “Ben miyim lenf kanseri?” dedim. “Evet” dediler. Güldüm. Neden güldüm bilmiyorum!
Bunu bir sakatlık gibi düşündüm
Kanser olduğumu öğrendiğim anda düşündüğüm ilk şey bunu aileme nasıl söyleyeceğimdi. Kötü bir şey yapmışım da kızacaklarmış gibi gelmişti o an. Onlar Almanya’da yaşıyor ama her gün mutlaka konuşuruz. Her zamanki gibi annemi arayıp şakalar yaptım, sonra da bir şekilde lafın arasına laf karıştırıp “Sonuçları aldım, lenfomaymışım” dedim. Sanki öyle söyleyince kanserden başka bir şeymiş gibi oluyor. Tabii annem paniklemek için benim kadar beklemedi. “Tedavi görürüm, ilaçlarımı içerim geçer. Zaten gerçekten iyiyim” dedim ama dinlemedi. Telefon annemden babama, babamdan ablalarıma gezdi ve aradan bir gün geçmeden babam yanıma geldi.
Çocukken bir yerine bir şey olduğunda biri seninle ilgilenene kadar ağlamazsın da ne olduğunu sordukları anda ağlamaya başlarsın ya, benimki de böyle bir şeydi! Ağlamadım ama ailemin benim için yaptıklarını görünce duygulandım. Kendimi kanser olduğuma inandırmadım.
Futbolcu dediğin hastalanmaz, sakatlanır; ben de bunu sakatlık gibi düşündüm. Sezon başı kampı yaklaşıyordu. Tüm ümitlerimi o kampa bağlamıştım. Kampta iyi bir şeyler yapıp kendimi gösterirsem takımda sürekli yer bulurum diye hesaplar yapıyordum. Bu yüzden doktorlara “Kaç ay futbol oynayamam?” diye sormaya başladım. Başlarda cevap vermemek için beni oyaladılar.
Yaptıkları tahlillerin ardı arkası kesilmedi. Beni her gün yeni bir makineye soktular. Sonuçlar geldikçe herkesin yüzü asılıyordu ama bana çaktırmamak için her şeyi yaptılar. Benim fark ettiğim, vücudumdaki şişliklerin sadece biriymiş. Koltuk altlarımda, kalbime ve akciğerime yakın yerlerde büyük bezelerin olduğunu öğrendim; asıl tehlikeli olanlar da onlarmış. Kanser vücudumun her yerine yayılmış! Yani hiç öyle erken teşhis filan değil, bayağı üçüncü evre. Tabii o zaman bundan haberim yok. İnternetten araştırıp duruyorum, “Benimki ilk evredir” deyip, üç ay sonra antrenmanlara başlama hesabı yapıyorum. Bir taraftan da hâlâ doktorların teşhis konusunda hata yapmış olma ihtimalini düşünüyorum. Hastalığın belirtilerini araştırıyorum: Bacaklarım kaşınıyor, doğru. Kilo verdim evet ama diyet yapıyorum ve antrenmanlarda kendime çok yükleniyorum!
Vücudum o ilaçlarla doldukça ağırlaştı
Tedaviye başlandığında iki haftada bir kemoterapi almaya başladım. Ailem beni hiç yalnız bırakmadı. İlk iki hafta babam, sonra annem, sırayla iki ablam, sonra da teyzem; işlerinden zor izin alabildikleri için yanımda sürekli biri nöbetçi olarak kaldı. Sevgilim yanımdan hiç ayrılmadı. Hastaneye gittiğimizde beni sedye gibi bir şeye oturtup damardan ilaç vermeye başlıyorlardı. Bitmesi bazen 5-6 saati buluyordu. Öylece oturuyorduk. Ailemden biri, sevgilim ve ben. Orada beni beklediklerini bildiğim için onları oyalayacak bir şeyler yapmak istiyordum. Başlarda kağıt filan oynarız dedik ama hiç de öyle olmadı. Vücudum o ilaçlarla doldukça ağırlaştı. Güçsüzleştiğimi hissediyordum. Seanslardan sonra birkaç gün kendime gelemiyordum. Sarsılmıştım.
Kemoterapi sadece seansla biten bir şey değil. Vücudun öyle hassas bir hale geliyor ki bebek gibi bakım gerekiyor. Hastalığımı öğrenmeden önce kulübün tesislerinde kaldığım için hayatımda bazı düzenlemeler yapmamız gerekti. O zamanki teknik direktörümüz Rıza Çalımbay ziyaretime gelip “Tesislerde kalman doğru değil; bu kadar çok insanla bir arada olmamalısın, kendine iyi bakmalısın” dedi. Yöneticilerle benim için konuşmuş. Bana bir ev, bir de araba kiralattı. Kulüp karşılamazsa masrafları kendisinin karşılayacağını, ne zaman başım sıkışırsa yanımda olduğunu söyledi. Tuttukları o evde ailemden yanımda kim varsa seferber oldu. Bütün evi her gün temizlediler, yediğim meyveyi bile sirkeli sularla yıkadılar. Kendimi orada mahkum gibi hissediyordum. Takvimde her günün üzerine bir çizgi atıp, “Yakında çıkacağım” diyordum.
Kemoterapi zor ama asıl zor olan hastanede o hastaların arasına karışmak. O kadar zor durumda olanları görünce insan kendini kötü hissediyor. Orada gerçekten hayatta kalma savaşı veren insanlar var. Onları görünce “Hastayım” demeye utanıyordum; benim kanserim kanser değilmiş gibi geliyordu.
“Ölürüm daha iyi!” dedim
Seanslardan sonra günlerce kendime gelemiyordum. Gözüm biraz açılınca maskemi takıp yürüyüş yapmak istiyordum ama zar zor bir şekilde 1 saat yürüsem yoruluyordum. Belki de en zor olanı buydu. Benim kafam biraz farklı çalışır. Ne zaman ki antrenmanla kendimi hırpalarım, saatlerce koşar başımı döndürür, her yerimin ağrıdığını hissederim işte o zaman rahatlarım. Tedavi görürken bunu yapamadım, içimde mikrop birikmiş gibi bir şey oldu. 12 seans kemoterapi altı ay sürdü. Canım sıkıldığında yine maskemi takıp kulübe gittim. Kaptanımız Servet Çetin öz abim olsa benimle bu kadar ilgilenebilirdi. Rıza hocam yerini Mesut Bakkal’a devretti. O ve ekibi de benim için tıpkı ondan sonra gelen Bülent Korkmaz gibi içtendi. Kendimi iyi hissettiğim zamanlarda tesislere gelip kendi kendime koşuyor, fitness’a giriyordum.
Takım arkadaşlarım bana moral vermek için her şeyi yaptı, maç primlerinden bana da onların arasındaymışım gibi yatırdılar. Hissettirmemeye çalışsalar da kulağıma gelen bazı şeyler oldu. Benim için “Artık oynayamaz, toparlayamaz diyenler” vardı. Bu kadar zor bir şeyle uğraşırken insan hassas oluyor; ne zaman ne tepki vereceğinizi kendiniz bile bilmiyorsunuz. Ben de bunları duydukça bazen dağıldım, bazen de aşırı hırslanıp kendime zarar verdim. İdmanlara takımla birlikte çıkmak istedim, Bülent hoca kırılmamam için kabul etti ama başladıktan birkaç dakika sonra bayılacak duruma gelince yine beni sahadan çıkmaya ikna etmek zorunda kaldı. Ben coştukça o sakinleştirdi. Önce saçlarım, sonra sakallarım döküldü. Dokundukça elime geldiler. Kanser olduğumu o zaman kabullenmek zorunda kaldım. Ailem futbolu bırakmam için ısrar etmeye başladı. “Ölürüm daha iyi!” dedim.
Futbolcu olmak için her gün 6 saatim yolda geçiyordu
Ben üç yaşımdan beri futbol oynuyorum. Böyle anlatıyorum ama tabii ki ne yaptığımı tam olarak hatırlamıyorum. Lisansım dört yaşımdayken Stuttgart’a 200 kilometre uzaklıktaki küçük bir ilçe takımında çıktı. Orada eyaletlerin en iyi futbolcularının karmasına seçilince Stuttgart beni 12 yaşımdayken altyapısına transfer etti. Evden kulübe gitmem 3 saat sürüyordu. İlk günlerde babam götürüp getirdi ama sonra tek başıma trenle gitmeye başladım. Bir sene boyunca haftada beş kere bunu yaptım. Sabah saat 6’da kalkıp okula gidiyordum, okul biter bitmez yola çıkıyordum ve gece saat 1 gibi evde oluyordum. Bir seneden fazla git gel yaptım, sonra tesislere yerleştim. Artık ailemden uzaktım.
Almanya’da altyapı eğitimi anlattıkları kadar var. Alfabedeki her harfin karşılığına bir kural koymuşlar. Mesela H harfinde saçla ilgili kurallar sıralı: Saçlarını boyayamazsın, maç içinde görmeni engelleyecek şekilde uzatamazsın, bant takamazsın, otobüste şapkayla oturamazsın… Bu kurallara uymazsan önce cezalar gelir, daha da olmazsa sözleşmen feshedilir!
“Madem bunca şeye katlanıyorum, en iyisini yapayım” dedim. Kendimi Almanya Milli Takımı’na seçilecek seviyeye getirdim ve 15 yaşımdan 19 yaşıma kadar onlar için kaptanlık yaptım. Orada da en iyisini yapmaya çalışıp birkaç defa katıldığımız turnuvaların en iyi oyuncusu seçildim. Stuttgart’ın teknik direktörü bana A takımdaki yerimi hazırladığını söylemişti. Bundan hemen sonra Galatasaray’ın da katıldığı bir salon turnuvasında sol çapraz bağlarım koptu. Kariyerim için bundan daha kötüsü olamazdı!
Futbolla büyüyüp Berkan oldum
Kulüp başkanı bile hastaneye gelip beni ziyaret etmişti. Odamın her tarafını çiçeklerle doldurmuşlardı. A takımın 6 numaralı formasına adımı yazıp bana hediye ettiler. İyileştiğimde o formayı giyecektim ama altı ay sonra döndüğümde kulüpteki herkes gitmişti. Milli takımda oynamaya devam etsem de Stuttgart’taki yeni teknik direktörüm kendimi kanıtlamam için bana hiç şans vermedi.
Sakatlıktan kurtulduğumda eskisinden daha kuvvetliydim. Günde üç kez salona gidip çalışıyordum. Hatta bazen fazla çalıştığım için hocalarımdan uyarı alıyordum. Sakatlığım sürerken bir gün takım arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. Gitmeden önce de hocama topa dokunmayacağıma dair söz vermiştim ama görünce dayanamadım! Fizyoterapistimin bana bakmadığı bir anı yakalayıp topla koşmaya başladım, topu sürüyorum, karşıma geçene çalım atıyorum, sektiriyorum… Beni gördüklerinde “Topu bıraak!” diye bağırmaya başladılar. Yani sakatlıktan sonra herkesin yaşadığı o korkuyu ben hiç yaşamadım. Kiralık gönderildiğim FC Wil’de sezon boyunca her maçta ilk 11 oynadım. Devre arası transfer olmama rağmen takıma hemen uyum sağlamıştım.
Alman Milli Takımı’nda oynamaya başladığımdan beri her transfer döneminde Türkiye’deki birçok takımdan düzenli olarak teklifler alıyordum. En sonunda Mersin İdmanyurdu’nun teklifini kabul ettim. Ben geldiğimde takım 1. Lig’deydi ve şampiyonluğa ben de gol ve asistlerimle katkıda bulundum.
Bana “Futbolu bırak” dediklerinde bunların hepsi tek tek aklımdan geçti. Ben futbolla büyüyüp Berkan oldum, futbolla paramı kazandım, “Futbolcuyum” derken gurur duydum. Babam futbolcu olmam için geceleri çalışıp gündüzleri beni tesislere götürdü… İşte bu yüzden bırakamazdım. Kemoterapiden sonra tedbir amaçlı ışın tedavisi görürken antrenmanlara başladım. Sahaya çıktıkça içimde biriken mikropları akıttım. Takımdakilere yetişebilmek için kendimi spor salonuna kapattım ve en sonunda formayı kazandım. İlk olarak Adanaspor’la yaptığımız bir hazırlık maçında 30 dakika sahada kaldım. Sonra Karagümrük’le oynadığımız kupa maçında 120 dakika… Kendimce tedavinin sonuna yaklaşmıştım ve kupa maçında Rizespor’a karşı oynadığımız kupa maçında attığım golle savaşımı kazandım!
Röportaj Hilal Gülyurt - Four Four Two Dergisi